TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
MADENCİLİK SEKTÖRÜNE BAKIŞ

  MADENCİLİK SEKTÖRÜ’NE BAKIŞ

Ülkemiz doğal kaynaklar açısından önemsenir bir potansiyel taşımaktadır. Ancak ülke ekonomisinde madenciliğin önemli bir yeri olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Türkiye, üretilen madensel kaynak çeşitliliği açısından, 152 ülke arasında, 29 maden türünde yapılan üretim baz alındığında, 10. sırada yer alır; ancak üretici ülkelerin dünya pazarı içi payları sıralamasında ‰ 16 oranı ile 52. sıradadır. 50 dolayında madensel kaynak üretimi yapılmakta ve bu üretimin yarattığı katma değer niceliği 2-2.5 milyar dolara ulaşmaktadır. Bunun GSMH içindeki payı ise %1.5 dolayındadır. Madencilik ve madene dayalı sanayi birlikte düşünüldüğünde oluşan katma değerin GSMH içindeki payı %12’yi bulmaktadır. Bu da bu alanda 22 milyar dolarlık bir değer yaratıldığı anlamına gelmektedir.

1996 yılında yapılan İkinci Madencilik şurasında belirlenmiş maden kaynaklarımızın değerinin 2 trilyon dolar olduğu, bu bağlamda yılda 8-12 milyar dolarlık üretim yapılabileceği ve 4-6 milyar dolarlık bir ihracatın gerçekleştirilebileceği ifade edilmiştir. Oysa uygulamada 2-2.5 milyar dolarlık bir üretim, 700-800 milyon dolarlık bir dışsatım gerçekleşebilmektedir..

Ülkemizin jeolojik özellikleri küçük-orta rezervli, çok çeşitli maden yataklarının oluşumuna olanak tanımaktadır. Ancak Bor ve Trona’da dünyanın en büyük ve ikinci rezervlerine sahip olduğumuz biliniyor. Diger yandan mermer, zeolit, pomza, sölestin ve toryum gibi madenlerimizin önemli rezervler oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki yukarıda sunlan rakamlar sadece belirlenmiş kaynaklara ilişkindir. Söz gelimi dünyada en büyük rezerve sahip olduğumuz bor madenlerimize ilişkin bilgi, Eti maden işletmelerine ait 18 000 km2’lik ruhsat sahasının ancak %20’sinde yapılan aramaların sonucunu ifade etmektedir. 1980 den bu yana aramalara yeterince önem verilmemesi nedeniyle maden potansiyelimizin bilinenden çok daha fazla olduğu söylenebilir.

Diğer yandan saptanmış maden kaynaklarımızdan bazıları gerekli teknoloji ve sağlanamadığı için atıl kalmış ya da yeterince değerlendirilememiştir. Malatya-Hasançelebi, Bingöl-Avnik demir yatakları, Mazıdağ fosfat yatağı vd. bunun örneklerindendir.

Madenciliğin yüksek katma değer yaratan, emek yoğun bir sektör olması, ülke sanayinin gelişimine ve işsizlik sorununun çözümüne önemli katkılar sağlayacak bir potansiyel ortaya koymaktadır. Diğer yandan madenlerin “yenilenemez” kaynaklar olması bu varlığın en verimli şekilde değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.

SEKTÖRÜN SORUNLARI VE MADENCİLİK POLİTİKALARIMIZ

Ülkemizin ulusal sanayi politikası ve ulusal enerji politikası olmadığı için ulusal bir madencilik politikasından bahsetmemiz oldukça zor. Sorunun tek başına “madenciliğin gelişmesi” olarak ortaya konması, bu çerçevede eksikli bir yaklaşım. Konunun “ülkenin gelişmesinde madenciliğin katkılarının artırılması” şeklinde bütünlüklü bir perspektifle ele alınması gerekmektedir.

Bu anlamda ülke sanayinin gereksindiği maden kaynaklarının geliştirilmesine öncelik verilmesi madencilik stratejisinin temeli olmalıdır. Her şeyden önce maden arama politikaları bu temel üzerinde yükseltilmelidir. Madencilik arama, işletme ve zenginleştirme süreçleri AR-GE yatırımlarıyla desteklenmelidir. Devletin birikimli ve donanımlı kurumlarıyla AR-GE alanında yönlendirici ve destekleyici olması zorunludur. Bu yaklaşım madenlerin hammadde olarak ucuza ihracı yerine, yüksek katma değer ve istihdam yaratan rafine ve uç ürüne dönüştürülmesini gerekli kılar. Örneğin bor madenlerimizin ileri ve uç ürüne dönüştürülmesine yönelik olarak yapılacak yatırımla şimdilerde 200-250 milyon dolar civarında olan bor ürünleri dış satımının kısa vadede 500 milyon, orta vadede 1 milyar dolara ulaşabileceği hesaplanıyor.

Ülkemizde mevcut 8.5 milyar ton olan linyit rezervlerimiz şu anda atıl durumda ancak devlet politikası gereği enerji üretimi için doğal gaz kullanıyoruz. Bunun içinde Rusya ile yapılan bir doğal gaz antlaşmamız var. Adı “Al ya da Öde”.Yani, yıllık ihtiyacımız olan doğal gaz miktarına göre para yatırıyoruz, ihtiyacımızdan az satın alsak da aynı parayı veriyoruz. Diğer taraftan termik santraller düşük kapasiteyle çalıştırılarak, “enerji açığımızın çoğaltılmasıyla bu anlaşmanın verdiği zarar azaltılmaya!”, gizlenmeye çalışılmakta Aynı şekilde 57. hükümet tarafından, ithal kömürden alınan %10 luk fonun kaldırılması da ulusal madencilik politikalarımız! hakkında yeterince ipucu vermektedir.

MADENCILIK SEKTÖRÜNDE DAHA ETKIN OLUNMASI, POTANSIYELIN TAM OLARAK KULLANILMASI ve ULUSAL MADENCİLİK POLİTİKALRI İÇİN GENEL YAKLAŞIMLARIMIZ BAŞLIKLAR HALINDE DETAYLANDIRICAK OLURSAK;

  • Öncelikle madenlerin hammadde olarak dışsatımının desteklenmesi ve özendirilmesinden (teşvikinden) vazgeçilmesi gerekir.

  • Buna karşı, maden ve endüstriyel hammaddelerin ülke içinde işlenmesi alabildiğine özendirilmelidir.

  • Ülke endüstrisinin gereksindiği girdiler düzenli biçimde izlenmeli, geleceğe yönelik duyarlı kestirimler yapılmalı ve kritik kaynaklar için maden aramaları her türlü etkin araçla desteklenip özendirilmelidir.

  • Maden ve endüstriyel hammadde yataklarının talan edilmeden, önemli bölümü yeraltında bir daha kazanılamayacak şekilde terk edilmeden işletilmesi için kayıt ve kurallar konulmalı, düzenli denetimler yapılmalıdır.

  • Madencilik sektöründe kullanılan makine, donanım ve gerecin ülke içinde üretilmesine yönelik endüstrilere yatırımlar özendirilmelidir.

  • Maden işletmelerinin kendi iç fizibilitelerinin yanında, çevre ve öteki doğal sermayeye etkilerini de göz önüne alan yarar/zarar değerlendirmesi yaptırılıp kesin işletme kararları buna göre verilmelidir.

  • Bütün bunların gerektirdiği bilimsel ve teknoloji bilgisinin üretilmesi, temel araştırmaların yapılması ve üst düzeyde stratejik hedeflerin seçilmesi için donanımlı ve özerk bir “Ulusal Doğal Kaynaklar Enstitüsü” gerekli görülmektedir. Gündemdeki Bor Araştırma Enstitüsü de böyle bir çatı altında yer alabilir. Madencilik sektöründe artık bugünkü durumuyla ona bel bağlamak olanaksız da olsa, MTA’nın; bir Genel Müdürlük olarak değil bir Enstitü olarak önemli bir yeri olmalıdır. Bu Ulusal Enstitü yapısı yeniden yapılanan MTA olmalıdır. MTA, maden aramaları ve teknoloji geliştirmede bir kurum olarak varlığını etkin biçimde sürdürmelidir. Dünyada ve ülkemizde, doğal kaynaklara ilişkin bilimsel, teknik ve ekonomik verilerin derlenip işlendiği; pazar ve fiyat hareketlerinin izlendiği; yeni teknolojiler ve araştırmalara ilişkin haber ve bilgilerin kovuşturulduğu; bunların elektronik ve basılı ortamlarda yayıldığı; ve ülke çıkarına politikaların tartışılacağı ortamların örgütlendiği bir “Ulusal Doğal Kaynaklar Akademisi” kurulmalıdır. Bu akademi yer altı zenginliklerimizin envanterini, bu doğal kaynaklarının muhasebesini, ülkenin doğal sermayesinin artış ya da eksilişini ve doğal kaynaklar ekonomisine ilişkin benzeri konularda görevler yüklenmeli, araştırmalar ve değerlendirmeler yaptırmalıdır.

  • Madencilik alanında kurulu ve çalışan kamu kurum ve kuruluşları yeniden yapılandırılmalı, ıslah edilmeli, bunların üzerindeki siyasal etkiler engellenmeli, teknolojileri yenilenmeli, yeni yatırımlar yapmalarının önü açılmalıdır. Önerilen bu kurumların özerkliğinin yalnızca siyasal erke karşı değil; bir o kadar da, çokuluslu madencilik şirketlerinin çıkarlarına karşı da sağlanmasına özen gösterilmelidir.

  • Endüstrinin gereksiniminin karşılanamadığı ya da tükenme sürecine girmiş maden ya da endüstriyel hammadde kaynaklarının aranması her türlü yolla özendirilmeli ve ruhsat haklarının bu çalışmaları aksatma ve tavsatma yönünde kullanılmasına karşı önlemler alınmalıdır.

  • Ek istihdam ve katma değer yaratan yerel, küçük ölçekli, el emeği (artizanal) madenciliğin korunması ve geliştirilmesi için yasal, ekonomik ve eğitimsel önlemler alınmalı, bu madencilerin örgütlenmesi özendirilmeli ve bu yoldaki girişimler desteklenmelidir.

  • Madencilik sektöründe iş güvenliği, işçi sağlığı ve çevre sağlığı ile ilgili köklü önlemler alınıp ödünsüz uygulanmalıdır.

 

ÜLKEMİZDE MADEN ARAMACILIĞI VE SORUNLARI

Maden arama çalışmaları maden üretiminin alt yapısını oluşturur. Madenler işletilirken aynı işletme alanında ya da başka alanlarda yeni rezervlerin aranması gerekir. Arama döneminde yapılacak olan yatırımın yüksekliği ve büyük ölçüde risk altında olması, aramacılığın gerilemesine ve dolayısıyla maden üretiminin gerilemesine yol açmaktadır. Bir rakamsal değer vermek gerekirse, gelişmiş ülkelerde satış gelirinin % 5-10 gibi bir kısmı arama yatırımlarına ayrılır. Ülkemizde armalara bu ölçekte yatırım yapabilecek özel şirket sayısı oldukça sınırlıdır. Yapabilecek büyüklükte olanlar da riskin yüksek olması nedeniyle çoğunlukla yatırımdan kaçınmaktadır. Asıl önemlisi 1980 sonrası izlenen ekonomi politikalar bu alanda yetkinleşmiş kamu kuruluşlarını işlevsizleştirerek, maden aramacılığını yetersiz bir düzeye indirmiştir. Bunlardan en önemlisi 1980’den sonra enstitü yapısı değiştirilerek, rutin bir devlet dairesine ve dolayısıyla partizanca müdahelelere açık bir genel müdürlüğe dönüştürülen MTA’dır.

MTA, birikimi ve donanımı ile dünyadaki en güçlü jeolojik araştırma kurumlarından (geological surveys) biridir. MTA’nın kuruluşundan 1980’li yıllara kadar ülke madenciliğine yapmış olduğu katkılar bilinmektedir. Bilinen hemen tüm linyit, taşkömürü, trona bor, asfaltit, uranyum, toryum ve petrol yatakları MTA tarafından bulunmuştur. Ancak 1985 yılında yayımlanan 3213 sayılı maden yasası MTA’nın bir çok etkinliğini kısıtlamış, ruhsat edinmede herhangi bir özel şirket ve kişiden farkı kalmamıştır. Oysa, 3213 sayılı yasadan önceki 6309 sayılı yasaya göre çalışmalarını yürüten ve çok önemli sonuçlar üreten bu kurum bilinçli bir politika sonucu etkisiz hale getirilmiştir. Bunun yanında, kuruma genel bütçeden ayrılan payın yaklaşık %80-85’lik bölümü personel gideri olarak kullanılmış ve asıl işi olan maden aramacılığı yok edilmiştir. Tüm bu olumsuzluklara karşın, özellikle son yıllarda eski enstitü kimliğine yaraşır başarılı arama faaliyetleri sürdüren MTA’nın yatırım ve mevzuat açısından güçlendirilerek aramacılığın temel kurumu olma işlevi sürdürülmelidir. Bu yaklaşım aynı zamanda özel şirketlerin aramacılığa teşvik edilmesi anlamına da gelecektir. Çünkü bu alanda özel sektörün yakın geçmişte yürüttüğü sınırlı arama çalışmalarının hepsinin MTA’nın yıllardır ürettiği alt yapı hizmetleri ve bulguları üzerinde gerçekleştirildiği bilinmektedir.

ÖZEL SEKTÖR

Kimi çevrelerde “özel sektörün madenciliğe katılımı engelleniyor” gibi bir yaklaşım bulunmaktadır.. Oysa bunun gerçek yaşamda karşılığı bulunmuyor. Söz gelimi, 303 milyon dolarla 2002 yılı maden ihracatının %45’ini gerçekleştiren mermer madenciliği tamamen özel sektörden ibarettir. Kamunun madencilik alanındaki etkinliği ağırlıklı olarak bor ve kömür madenleriyle sınırlıdır. Özel sektörün bu alandaki isteksizliği, daha önce de belirttiğim gibi yüksek yatırım ve yatırım riski gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Aslında Cumhuriyet tarihimizde 1923-30 yılları arasında uygulanan liberal ekonomi politikalarıyla madencilikte özel sektör özellikle teşvik edilmiş ancak olumlu sonuçlar alınamamıştır. Yine bilindiği gibi bu nedenlerle 1930’lu yıllarda Sümerbank, MTA Enstitüsü, Etibank ve Demir Çelik İşletmeleri gibi sanayi ve madencilik kuruluşları oluşturulmuştur.

Bilindiği gibi, maden işletmeciliğinde uzun yıllar devlet-özel sektör tartışması yaşanmıştır. 24 Ocak 1980 sonrasında serbest piyasa ekonomisinin tercih edilmesine bağlı olarak, özel sektör öne çıkarılmıştır. Ancak, madencilik sektörü özel sektörün payı ve yatırımlarının hala en düşük olduğu sektördür. Günümüzde kamu kuruluşlarının madencilik sektöründeki payı yaklaşık %6 dolayındadır. Gerçek böyle iken, kamu işletmelerine politik müdahaleler artmış, özkaynak eksiklikleri giderilmemiş, piyasada yüksek faiz oranları ile borçlandırılmış, teknolojilerini yenilemelerine olanak sağlanmamış, iş planlamasına dayalı bir istihdam politikası uygulanmamış ve böylece özelleştirmenin maddi koşulları hazırlanmaya çalışılmıştır ve çalışılmaktadır.

Bu genel çerçeveden ve örneklerden bakıldığında “hantal ve kamuya yük” (!) olduğu söylenen kuruluşların, özellikle de konumuzla doğrudan ilintili olması yönü ile madencilik kuruluşlarının kendi kendini yönetir, orta ve uzun vadeli yatırım ve AR-GE karar ve politikalarını uygulayabilir, siyasi ve bürokratik odakların çiftliği olmaktan çıkmış özerk bir yapıya kavuşturulması gereklidir. Sadece bu tür bir yapılanma insan ve doğal kaynaklardan en elverişli biçimde yararlanmayı getirebilecek ve kamu kuruluşlarını birer işsizler deposu olmaktan çıkarabilecektir.

Burada bir yanılsamayı daha gidermek gerekiyor. İşletmelerin verimliliği ile mülkiyet biçimi arasında anlamlı bir ilişki söz konusu değil. Çokça sözü edilen Bor madenlerimizden örnek verecek olursak, 1970 yılında kamulaştırmadan önce dünya bor üretimindeki payımız %15.8 iken, kamulaştırma sonrası günümüzde 31.4 düzeyine ulaşmıştır. Ayrıca 1978 öncesi işlenmemiş boru 50-60 dolar/ton fiyatla ihraç etmek durumundayken, bugün belirli ölçülerde işleyerek 300-400 dolar/ton civarında ihraç edebilmekteyiz.

Bu konuda dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta özel işletmecilerin en az yatırımla en fazla faydayı sağlamaya yönelik, kar maksimizasyonu güdüsüyle, kamu yararı ve toplumsal faydanın çoğu kez örtüşmemesidir. Örneklendirmek gerekirse; yer altı zenginlikleri, özellikle de metalik madenler, bir yandan sürekli düşen fiyatları yüzünden ve bir yandan da gelişen çıkarma ve işleme teknolojileri sayesinde giderek daha düşük tenörlü yataklarda işletilmektedir. Yine de, her bir yatağın işletmeye konu olacak kesiminin seçilmesi ve işletilecek kesimin tenörünün alt sınırının (cut off grade) kararlaştırılması yatırımcı ve işletmecinin kendi kar maksimizasyonu açısından değerlendirilmektedir. Bunun çok tipik bir örneği şu sıralarda ve sessiz sedasız olarak ülkemizde yaşanmaktadır. Uşak yakınlarında bir altın yatağını arama ve geliştirme çalışmalarını sürdüren Kanada’da kurulu Eldorado şirketi (ülkemizde, sahibi olduğu Tüpraş AŞ olarak) Kışladağ altın yatağını hangi koşullarda işletmesinin kendisi için çekici olacağını araştırmaktadır. Ancak, yatağın bu ülkenin bir yer altı zenginliği olduğunu ve geride bir daha işletilemeyecek 6,7 milyon ton cevher bırakılarak işletilmesine razı olunamayacağını söyleyecek, bu konuda kayıtlar koyacak bir erk olmamalı mı, bu ülkede. Böyle bir uygulamaya, doğal kaynaklarımızın talan edilmesi’ne karşı çıkacak ulusal bir madencilik politikasının olması özel sektörün katılımının engellenmesi anlamına gelir mi? Anayasaya göre devletin hükmü tasarrufu altında olan, yenilenemeyen doğal kaynaklarımızın ulusal ve toplumsal yararı en iyi şekilde sağlayacak yöntemlerle işletilmesi, bireylerin ya da şirketlerin kar hırsıyla heder edilmemesi gerekir. Bu örnek tek ve biricik te değil. Cominco’nun Artvin Cerattepe’deki sülfürlü bakır yatağını işletirken kârını en yükseğe çıkarmak için akıl almayacak kadar yüksek bir “cut off grade” değeri seçmesine razı olunduğunda özel sektör ya da yabancı sermaye katılımı sağlanmış olacak. Peki, bundan kim yarar sağlayacak? Şirketin kar hesabıyla milyonlarca ton rezervin değerlendirilmesinden vazgeçilmesi kamu yararıyla, toplumsal faydayla ne derece örtüşür?

Madencilik alanındaki özel yatırımcıları da aynı potada değerlendirmemek gerekli.Her şeyden önce, madenciliği hammadde dışsatımcılığının bir ön aşaması olarak gören bir özel girişimci kesimi var. Bunlar, genellikle el yordamıyla dış pazarlar bularak çıkardıkları hammaddeleri dışarı satıp madencilik dışında kullanacakları birikimlere özeniyor ve başarabilenler bunu sağlıyor. Bu alanda ne kullanılan teknoloji geliştirilebiliyor; ne yatırımlar geliştirilip çıkarılan hammaddelerin ülke içinde işlenip ikinci, üçüncü ürünler üretilmesi yoluna gidiliyor; ne de arama çalışmalarına ilgi duyuluyor. Bu işletmelerde cevher ya da hammadde yataklarının hangi koşullarda, ne etkinlikle ve kaynağın ve çevrenin korunmasına yönelik ne denli özen gösterilerek çalışıldığı konusunda iç açıcı bir durum yok.

Ya da, yabancı dışalımcıların ülke içinde başka alanlarda iş ilişkileri içinde oldukları girişimciler, kimi zaman ruhsat ve işletmeleri devir alarak kendileri bir işletme kurup; kimi zaman da çıkarılmış cevher ya da hammaddeleri toplayarak çalışıyor. Her iki durumda da çıkarılan cevher hammadde ülke içinde işlenmeden, kayda değer bir katma değer elde edilemeden yurt dışına satılıyor. Elde edilen gelir sektör dışında kalıyor. Bu ekonomik etkinlik biçiminin kendi iç mantığı ne maden ve hammadde yataklarının ve ne çevre koşullarının korunmasında; ne arama çalışmalarını olumlu etkileyip yeni yatakların ortaya çıkarılmasında; ve ne de madencilik sektöründe kullanılagelen teknolojinin ve sosyal sermayenin geliştirilmesinde olumlu bir katkı yaratamıyor.

Bir de, ya ülke içinde değişik alanlarda endüstri kuruluşlarına sahip şirket topluluklarının yapılarında madenciliğe de yer vermesi, ya da kısıtlı ölçüde de olsa madencilikten elde edilen gelirin bu sektöre yatırıldığı bazı özel yatırımcıların oluşturduğu bir öbek var. Bunlar, yakın zamana değin az sayıda şirket ya da şirketler grubunun fazla çeşitlenmeden yürüttükleri çalışmalardan oluşuyordu. Şimdilerde ise bunların hem teknoloji parkları büyüdü ve çağdaşlaştı; hem uluslar arası ilişkileri gelişti. Böylece, görünür geleceğin ülke madenciliğinde söz sahibi olacak özel yatırımcıları da belirmeye başladı. Ancak sektöre sınırlı yatırım yapmalarına karşın ağırlıklı olarak hammadde satımını hedefledikleri de bir gerçek.

MADENCİLİK SEKTÖRÜNDE YABANCI SERMAYE

Üzerinde durulması gereken bir başka girişim öbeği olarak, ülkemize madencilik işletmeleri için sınırlı ölçüde gelen yabancı sermaye de var. Bunlar, yalnızca son on yılda ilgi göstermeye başladı ülkemiz madenciliğine. 1980’den bu yana ülkemizde çoğu mermercilik için olmak üzere madenciliğe yatırım yapmak üzere izin alan 85 yabancı sermaye kuruluşu toplam 275 milyon dolar getirmeye söz vermiş. Bu miktar, ülkemize yönelen toplam yabancı yatırımın yalnızca %0,9’u. Bir çeşitlilik peşinde değiller. Öncelikle mermercilik ve altın işletmeciliğine istekliler. Çok az sayıda bakır işletme tasarısı ve yakın zamanda dillendirilen bir de çinko sahası var ilgi alanlarında. Bunların hiç biri ülke içinde metal işleme endüstrisi kurma düşüncesine sahip değil. Mermer dışında endüstriyel hammaddeler alanına pek ilgi gösterdiklerine tanık olunmadı. Hepsi, çokuluslu şirketler. Güçlü bir sermaye yapıları var. Bu nedenle arama ve geliştirmeyi hızlı yapabiliyorlar. Yine de, arama çalışmalarında daha önce MTA tarafından üretilmiş zengin bilgi dağarcığını kullanıyorlar. Hırslı bir politika izliyor, medyayı, kamu oyunu, kamu görevlilerini kendilerinden yana etkilemek için her yolu deniyorlar. Bu yalnız ülkemize özgü değil. Dünya Bankası ve öteki kuruluşların çabalarıyla az gelişmiş ülkelere dayatılan hammadde deposu olma rolü bütün dünyada benzer baskılarla sonuçlanıyor. Her yerde o ülke madenciliğinin yıkımı ve yerine çok uluslu madencilik şirketlerinin kapkaç işletmeciliğinin konması deneniyor. Bizce ulusal madencilik politikasının oluşamamasının en önemli kaynağı bu uluslararası tekellerin siyasal düzlemdeki güçlü etkileridir.

Son olarak, el emeği madenciliği, kazma-kürek madenciliği ya da uluslararası terimi ile “artizanal” madencilik üzerinde de durulmaya değer. Bazı ülkelerde önemli niceliklere erişen bu tür, emeğe dayalı madencilik ülkemizde pek yaygın değil. Yine de, bazı örnekleri var. Örneğin, lületaşı madenciliği, Şırnak’ta asfaltit madenciliği, Zonguldak’ta kaçak küçük taşkömürü işletmeleri, dağınık ve çok sayıda örnekle görünen agrega ya da taş işletmeleri, paket taşı işletmeleri hep bu düzeydeki madenciliğin örnekleri. Ek istihdam bir üretim alanı olduğunu düşünüyoruz.

3213 SAYILI MADEN KANUNU’NDA DEĞİŞİKLİK YAPAN 5177 SAYILI MADEN YASASI HAKKINDA

Madenciliğimiz içinde bulunduğu zor şartlar nedeniyle beklenen gelişmeyi gösterememektedir. Son yıllarda sektöre olan ilgi azalmış, yatırımlar durma noktasına gelmiştir. Bunun başlıca nedenleri madencilik mevzuatı dışındaki mevzuatlar, çevresel endişeler, madenciliğe getirilen kısıtlama ve yasaklamalar ile ağır ve çok süre alan bürokratik işlemlerdir. Ayrıca maden mevzuatından kaynaklanan bazı olumsuzluklar da mevcuttur. Özellikle ruhsat iptallerini öngören maddelerin çokluğu ruhsat güvencesini azaltmaktadır.

Bu olumsuzlukları gidermek maksadı ile madencilik faaliyetlerinin kendine özgü şartları dikkate alınarak madencilik faaliyetlerine başlanabilmek için alınması gerekli izinler ve uyulması gerekli hususların bir yönetmelikle belirlenmesi gerekli görülmüş ve bu yönde bir düzenlemeye gidilmiştir.” İfadeleri 5 haziran 2004 tarihinde yasalaşan ve 3213 sayılı maden yasasında değişiklik getiren 5177 sayılı yasanın gerekcesiydi..

Madenciliğin beklenen gelişmeyi gösterememesi ve ilginin azalmasını mevzuat ve kısıtlamalara bağlamak çok doğru bir tespit değildir. Asıl sorun, ülkemizin ulusal maden ve sanayi politikasının olmaması bu nedenle yanlış uygulamalar sonucunda sadece madenlerimizin değil, diğer sektörlerde de ulusal kaynaklarımızın kullanılmayarak atıl bırakılmasına neden olmaktadır.

Kanun gerekcesinde bu önemli konuya değinilmemiş, sadece “madenciliğin önünün açılmaya” çalışılması çıkarılan madenlerin katma değeri yüksek ürünler üretmek için ülke sanayine yönlendirmekten çok ham olarak yurtdışına ihraç etmenin önünü açmıştır.

.Madencilik yatırımları gerçekten de hızla düşme eğiliminde; ancak, bunun nedeni yasanın gerekçesinde söylendiği gibi engellemeler değil, özelleştirme süreci ve kamu yatırımlarının nerede ise durması. Küreselleşme söylemlerinin baskınlaşması ve özelleştirme kampanyalarının başlaması ile kamu kuruluşlarında yeni ve yenileme yatırımları durdurulduğundan beri madenciliğin toplam yatırımlar içindeki payı da hızla düşmeye başladı. Toplam sabit sermaye yatırımları içinde madenciliğe yapılanların payı 1985’te %8,17 iken, bu oran 1999’da %0,99’a düştü. GSMH içindeki madencilik sektörünün payı da buna koşut olarak 1986’da %2,11’den 1999’da %1,48’e düştü. DPT verilerine göre 1990’da 102 bin kişinin istihdam edildiği bu sektörde 1999’da çalıştırılabilen işçi sayısı 73 bine düştü. Üstelik hızla gelişen ve öteki madencilik işletmelerine göre daha istihdam yoğun mermerciliğe karşın.

Bu yasanın bir başka gerekcesinde de hatırlanacak olunursa, madencilik yapmak isteyen girişimcileri yıldıracak kadar çok ağır bir bürokrasinin bulunduğu, çok sayıda kamu kurumundan çok sayıda izin alınması gerektiği ileri sürülmüştü. Kanun ile getirilen değişikliklerle bu bürokrasinin hafifletilmeye çalışıldığı savlanıyor. Bu görüşü savunanlara bakılırsa dünyada bu denli ağır bir bürokrasi hiçbir ülkede yok. Oysa gerçek bütünü ile farklı. Hemen her ülkede, her yatırım alanında olduğu gibi madencilik için de çok sayıda izin alınması gerekiyor. Buna tek bir örnek vermek bile yeterli sayılabilir. Madencilik konusunda dünyanın en liberal ülkesi sayılabilecek olan ABD’nde örneğin Washington Eyaleti’nde madencilik yapabilmek için federal ve yerel yönetimlerin 13 kamu örgütünden 54 ayrı izin alınması gerekli.

Bu kanun ile,

Duyarlı alanlarda nasıl madencilik yapılacağına ilişkin hükümler Bakanlığın hazırlayacağı bir yönetmeliğe bırakılarak belirsizlik yaratılmıştır.

Ereğli Kömür yataklarının, özel kesimce işletilebilmesinin yanında, "devredilebilmesi"nin önü açılmıştır.

Kaplıcalar için daha önce verilmiş imtiyaz sürelerinin 20 yıla kadar uzatılmasına yetki verilerek kötüye kullanmaya açık bir hüküm getirilmiştir.

Turba; kanun kapsamında bıraktırılarak sulak alanların değersiz bir kaynak gibi talanına yol açılmaktadır.

Özel mülklerin madenci adına kamulaştırılmasında ETKB`na “kamu yararı vardır” kararı verme yetkisi tanınıp tartışmalı konulara kapı açılmaktadır. Yeni koruma alanları belirlenirken "faaliyetleri etkilenecek kurum ve kuruluşların" yanında, konuya objektif bakmayacak ilgili madencilik şirketlerin de görüşü alınmasına zemin hazırlanarak hukuki sorunların artmasına yol açılmıştır.

Arama aşamasında ÇED kaldırılarak en küçük ölçekte çevre koruma tedbiri göz ardı edilmiştir.

Madencilik bölgesindeki ağaçlandırma alanları ağaçlandırma masrafı karşılığı gözden çıkarılmıştır.

Yasada, çıkarılacak yönetmeliklere atıf yapılarak, bir çok konuda belirsizlik yaratılmıştır. Kanunda yer alması gereken hususların yönetmeliklere bırakılması kanun yapma tekniğine de aykırı olup, bu yönetmeliklerle yabancı şirketlerin kuralsızlıklarının meşru hale getirilmesi kaygıları daha şimdiden zihinlerde oluşmaya başlamıştır.

Yer altı kaynaklarımızın hiçbir kayıt ve kural getirilmeden ham cevher olarak çıkarılıp dışarıya satılmasının önü açılmıştır. Üstelik dünyada ham cevher ihraç ederek zengin olmuş, kalkınmış bir ülke olmadığı bilinirken.

Kanun bu durumu ile madencik sektöründeki sorunlara çözüm getirmeyecektir. Bunun yanısıra mevcut düzenleme tarımsal, çevresel, doğal ve kültürel varlıklarımız için de bir dizi olumsuzluklar taşımaktadır.

Ve her şeyden öte, dünyanın her tarafında maden aramaclığının olmazsa olmaz koşulu olan Jeolojik hizmetler ve jeoloji mühendisliği , meslek şövenizmine yenik düşürülerek, bilim , mühendislik ve etik ilkeler yok edilmiştir. B,ilinmelidirki, jeoloji mühendislerinin maden arama ve işletmelerinde ki rolünün yok edilmesi, ülke madenciliğinin önünü kapayan en önemli bir başka etmendir.

 

Okunma Sayısı: 3608
TMMOB
Jeoloji Mühendisleri Odası